İçindekiler
“Başkent Ankara ve Ulusalcı Mimari” yazı dizimizin ikinci bölümünü okumak için tıklayınız…
1. Meşrutiyet ile yapılan düzenlemelerden önce, Ankara, Kırşehir, Kayseri ve Yozgat sancaklarını içine alan ve Bursa ile Sivas vilayetleri arasında kalan Ankara’nın 1893 yılındaki nüfusu 847 bindir. Nüfusun üçte birinden fazlasının yaşadığı (290 bin kişi) Ankara Sancağı’nda azınlıkların nüfusa oranı yaklaşık %5 kadardır ve dolayısıyla kent, gerçek bir Türk kenti kimliği taşımaktadır.
Ankara’nın Kentsel Gelişimi
1880’lerden itibaren Ankara’da, bayındırlık işlerine ve özellikle yol yapımına zaman ayrılmaya başlanmıştır. Bu dönemde, kentten Anadolu’nun dört bir yanına uzanan yeni yollar, eski kervan yollarından farklı, araba yolu olarak genişçe yapılmıştır. 1893 yılında ise Ankara’ya gelen demir yolu, kenti İstanbul’a ve Avrupa’ya bağlamıştır. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde kurulan ve bütün ülkeyi kapsamına alan telgraf şebekesinin Anadolu merkezi Ankara’dadır. 1893 yılında demir yoluyla Ankara’ya gelen İngiliz Büyükelçiliği ikinci katibi C. N. E. Elliot, Ankara hakkında hazırladığı raporda kenti şöyle betimlemektedir:
“(…) Sokakları dik ve sarp, ama kötü değil, Moskova veya pek çok Rus kenti kadar iyi kaldırım döşelidir. Ankara’da göze çarpan bina veya tarihi anıt pek yok (…) Ankara’nın yarım mil kadar uzağındaki istasyon çevresinde, yavaş yavaş yeni bir Avrupa kasabası doğuyor (…). Ankara, bağlık bahçelik verimli vadilerle çevrili. Bütün zenginler yazları buralarda geçiriyor ve yalnız iş için kente geliyorlar.”
19. yüzyılın sonlarına doğru önemi giderek artan bu Anadolu ilinde Osmanlı Devleti’nin eğitim alanında gerçekleştirmeye çalıştığı reformlar doğrultusunda okul yapıları gerçekleştirilmiştir. Sanat Mektebi, Taş Mektep ve Dar’ül Muallimin 1880’lerin sonlarında itibaren Ankara’da yapılmış yapılardır. Ayrıca yüzyıl sonlarına doğru yapılmış Hükümet Konağı da Ankara’nın önem kazanmakta olduğuna işaret etmektedir.
Kentin özellikle istasyon ile kale arasında kalan kesimi yavaş yavaş biçim değiştirmekte ve gelişmekte, 20. yüzyıla girerken Ankara, başkent olmanın gerektirdiği tüm kültürel, siyasi, coğrafi ve stratejik niteliklerini bünyesinde barındırmaktadır.
1. Dünya Savaşı’nın ardından İtilaf Devletleri ve Osmanlı İmparatorluğu arasında 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’nı 13 Ekim 1918’de başkent İstanbul’un işgali izler. 15 Mart 1920 tarihinde ise İtilaf Devletleri Meclis-i Mebusan’ı basarak, milletvekillerini tutuklarlar. Bunun üzerine 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da Büyük Millet Meclisi kurulur. Eylül 1922’de zaferle neticelenen iki yıllık bağımsızlık mücadelesi buradan yönetilir.
20 Kasım 1922’de İsviçre’nin Lozan kentinde başlayan barış görüşmeleri 4 Şubat 1923 tarihinde kesintiye uğramıştır. Bunun en büyük sebebi de İtilaf Devletleri’nin özellikle kapitülasyonlardan vazgeçme konusunda ayak diremeleri olmuştur. 23 Nisan 1923 yılında yeniden başlayan Lozan görüşmeleri 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanması ile sonuçlanır. Antlaşmada kabul edilen hususlar 1929 yılına kadarki ekonomi politikalarını ve iktisadi gelişmeyi önemli şekilde etkileyecektir.
Lozan’ı izleyen birkaç ay içerisinde, 13 Ekim 1923 tarihinde Ankara’nın başkentliği ve 29 Ekim’de yeni rejimin yönetim şeklinin cumhuriyet olduğu mecliste kabul edilir. Gazi Mustafa Kemal Paşa ilk cumhurbaşkanı ve İsmet Paşa’da ilk başbakan olur. Bu dönemde Ankara Belediyesi’nin kurulması ve Ankara’nın imarına yönelik çalışmalar da başlar. Ankara Belediyesi 1924 yılı başında kent için bir plan hazırlattırır. 1924 yılında Ankara için tasarlanan ilk planının müellifi Berlinli Mimar Carl Christoph Lörcher’dir.
Lörcher önce kale ile istasyon arasında kalan alanı düzenleme esasına dayalı bir plan hazırlar, bu planı kentin güneye doğru gelişimini öngören ikinci bir plan izler ve kent planında Eskişehir-Yenişehir bölgeleri ortaya çıkmış olur. Ankara’nın imarına 1927 yılında hazırlatılan üçüncü bir planla devam edilir, Jansen Planı. Bankalar Caddesi Eskişehir’de, İtfaiye Meydanı ile Hakimiyet-i Milliye Meydanı arasında kalan caddenin bir prestij alanı, ticaret ve finans merkezi olarak öngörülmesiyle ortaya çıkmış, 1929 yılına kadar burada gerçekleştirilen finans yapılarının tasarımcısı Giulio Mongeri olmuştur. Mongeri burada gerçekleştirdiği tasarımlarında ulusalcı Türk mimari üslubunu kullanmıştır.
Yapılaşma Faaliyetleri Nerede Başladı?
Kentin Eskişehir olarak anılmaya başlanacak olan, kale ve istasyon arasında kalan kesimi, yapılaşma faaliyetlerinin ilk olarak gerçekleştiği yerdir. Yeni kurulan devletin bakanlık yapıları, kamu yapıları ve ulusal bir ekonominin kurulması görevini üstlenen finans kuruluşlarının yapıları kentin bu bölgesinde yükselmeye başlamışlardır. 1924 yılından başlayarak başkentin yapılaşmasının ilk beş yıllık sürecine, Beaux-Arts çizgisindeki Sanayi-i Nefise Mektebi eğitmenlerinin ve mezunlarının, tarihsel çağrışımcılık esasına dayalı mimari anlayışları, ulusalcı Türk üslubu damgasını vurur.
Cumhuriyet yönetiminin, özellikle önem verdiği eğitim ve sağlık alanlarında yapılar gerçekleştirmek ve Erkan-ı Harbiye’nin yapılaşma ihtiyacını karşılamak üzere, 1926-1927 yıllarında yabancı mimarları davet etmeye başlaması, Viyana Kübiği denilen üslubun Ankara’ya karakterini veren mimari olmasıyla sonuçlanır. Tarihsel çağrışımcılığa dayalı üsluplar, bu bağlamda ulusalcı Türk mimari üslubu olumsuzlanmaya başlanır ve Cumhuriyet yönetimi bu anlayışa dayalı mimariyi dışlar.
Ankara Ölçeğinde Ulusal Mimari Dönem Özellikleri
Ankara’nın başkent olarak ilan edilmesinden 1929 yılına kadar süren dönemin ilk yıllarında, yapılaşma faaliyetleri kentin Eskişehir olarak anılan kesiminde yoğunlaşır. II. Meşrutiyet döneminde yetişen Sanayi-i Nefiseli mimarlar ve üslubun kurucuları sayılabilecek, aynı zamanda eğitmen olan Vedat Bey ve Kemalettin Bey’ler bu süreçte önemli rol oynamışlardır. Giulio Mongeri de Sanayi-i Nefiseli bir eğitmen olarak Bankalar Caddesi’nde finans yapılarını gerçekleştirerek bu sürece katılmıştır.
Yeni kurulan devletin ekonomisini yönetebilmek, Ankara’nın başkentliğini yabancı devletlere tanıtmak ve adli işleri yürütebilmek için Cumhuriyet yönetiminin yaptırdığı Maliye (Müteahhit Yahya Ahmet ve Mühendis İrfan, 1925) ve Hariciye Vekaletleri (Arif Hikmet Koyunoğlu, 1927), Adliye Sarayı (Tahsin Bey, 1925-1926) ve Divan-ı Muhasebat (Nazmi Bey ve Arif Hikmet Koyunoğlu, 1925) yapıları ulusalcı üslup özellikleriyle dikkat çeker.
Eğitim alanında gerçekleştirilen reformu takiben yapılan, Gazi ve Latife İlkokulları (Mukbil Kemal Taş, 1924-1926), Mimar Kemal İlkokulu (Kemalettin Bey, 1927) ve kimsesiz kalmış çocuklara sahip çıkmak için yapılan Çocuk Esirgeme Kurumu (Arif Hikmet Koyunoğlu, 1926) yapılarında izlenilen anlayış yine tarihsel çağrışımcılık esasına dayalı ulusalcı Türk mimari üslubudur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin düşünsel yapısını somutlayan bu yapılarda, kubbe ve serbest sütunlar gibi daha ziyade Osmanlı çağrışımı yapabilecek biçimlere yer verilmemiştir. Bunun sonucu olarak imparatorluğun son dönemlerinde İstanbul’da gerçekleştirilmiş yapılara göre daha sade bir görünüm taşırlar. Geniş saçak çıkmaları, sivri kemer kullanımı ve devlet yapısı olmaları itibarıyla simetriye girişte ve uçlarda güçlü vurgu yapılması bu yapıların ortak özellikleridir.
Bu dönemde Cumhuriyet Halk Fırkası Mahfeli’ni tasarlamakla görevlendirilen Vedat Bey 1924 yılında bu yapının gerçekleştirilmesi işiyle uğraşırken; Fırka, yapının TBMM olarak kullanılmasına karar verince, 1926 yılında tamamlanan meclis yapısının mimarı olur. Eskişehir’in hükümet merkezliğini imgeleyen meclis yapısı, Divan-ı Muhasebat yapısının komşu, Ankara Vakıf Oteli’nin (Ankara Palas) ise karşı parselinde yer alır. Dikdörtgen bir plan üzerinde yükselen yapı İstasyon Caddesi’ne dik olacak şekilde konumlanışıyla, güney cephesiyle caddeyi ve batı cephesiyle İstasyon’a yönelerek kenti karşılar. Cepheler simetriktir. Mimar, kubbe ve sütunlar aracılığıyla değil ama cumbalar, geniş saçak çıkmaları, beton korkuluklar, sivri kemerler, çiniler ve girişte yer alan taç kapı aracılığıyla yapısına ulusalcı bir kimlik kazandırmıştır.
Kararlı simetrisiyle devlet yapısı olduğunu duyumsatan ve biçimlenişiyle Türk evini anımsatan II. TBMM yapısı, Vedat Bey’in ulusal ve modern Türk mimarlığını ortaya koyma çabalarını yansıtır. Mimar, batı cephesindeki simetrik çıkmalardan birinin ardında kalan merdivenin bu cephenin pencere düzenine bir asimetri getirmesinden çekinmemiştir.
Kemalettin Bey ise 1924 yılında Kudüs’te Mescid-i Aksa’nın kubbesinin onarımını tamamlamakla meşguldür (Yavuz, 2009). Evkaf Nezareti’nin Ankara’da yapmayı planladığı projeleri gerçekleştirmek üzere başkente gelir. Kemalettin Bey Evkaf Nezareti adına, Vakıf Evleri (1924), Ankara Vakıf Oteli (Ankara Palas) (1924-1928), I. Vakıf Oteli (Belvü Palas) (1925- 1927) ve II. Vakıf Apartmanı (1928-1930) projelerini gerçekleştirmiştir.
Lozan’la beraber imtiyazları Türk Devleti tarafından satın alınan demiryolları işletmelerinin yapısını (Devlet Demiryolları İdare-i Umumiyesi, 1928) tasarlayan Kemalettin Bey, Cumhuriyet’in aydınlanma projesine de gerçekleştirdiği Mimar Kemal İlkokulu (1927) ve Gazi İlk Muallim Mektebi (1927-1930) yapılarıyla katkı sağlamıştır.
Kemalettin Bey’in, kimisi 1927 yılındaki ölümünden sonra tamamlanan son dönem yapılarında, Osmanlı çağrışımının yerini daha ziyade Türk vurgusuna terk etmeye başladığı söylenebilir. II. Vakıf Apartmanı ve Devlet Demiryolları yapılarında sivri kemerler veya sütunlar aracılığıyla yapılan tarihsel göndermeler yoktur.
Payandalarla taşınan saçak çıkmaları ve simetrinin cumba benzeri kütle hareketleriyle vurgulanması yapıların Osmanlı’dan ziyade Türk çağrışımı yapmasını sağlar. Ancak Kemalettin Bey Gazi İlkmuallim Mektebi projesini gerçekleştirirken o dönemde davet edilen yabancı mimarlardan Ernst Egli’nin ağır eleştirilerine maruz kalır. 1926’dan başlayarak Türk ulusalcı mimarları adeta hedef tahtasına konmuştur.
1926 yılından itibaren Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti’nin, Maarif Nezareti’nin ve Erkan-ı Harbiye’nin siparişleri ağırlıktadır. Batı standartlarında hastanelerin yapılmasını, araştırma enstitülerinin kurulmasını; benzer şekilde yüksek öğretim kurumlarının yapılarının ve devleti kuran güç olarak ordunun, ihtiyaç duyduğu modern işleyişe sahip yönetsel yapıların gerçekleştirilmesini içeren bu yapılaşma talebini, 1926 yılında Avusturya’dan davet edilen yabancı mimarlar karşılamıştır.
Öte yandan Cumhuriyet yönetimi bu mimariyi olumlamaktadır. Sanayi-i Nefise Mektebi 1928 yılında Güzel Sanatlar Akademisi’ne dönüştürülür ve eğitim kadrosuna katılan Prof. Arnold Ernst Egli 1930 yılında mimarlık bölümünden sorumlu eğitmen, Fenn-i Mimari Muallimi yapılır. Bu olay Sanayi-i Nefise Mektebi’yle Türkiye’ye gelen Beax-Arts klasisizminin sonu olur. Aynı yıl Giulio Mongeri ve Vedat Tek GSA’dan istifa ederler.
1924 yılından başlayarak başkentin yapılaşmasının ilk beş yıllık sürecine, Beaux-Arts çizgisindeki Sanayi-i Nefise Mektebi eğitmenlerinin ve mezunlarının, tarihsel çağrışımcılık esasına dayalı mimari anlayışları damgasını vurmuştur. Avrupa’da canlandırmacı mimariye yönelik eleştirilerin yoğunlaşmaya başladığı bu dönemde, kaynağı II. Meşrutiyet yıllarına uzanan ulusalcı mimari, Ankara’da yaygın bir uygulama olanağı bulmuştur.
Türkçülük, mimaride Osmanlı-Türk klasisizmiyle buluşmuş ve bu mimaride belli bir düzey yakalanmıştır. Ancak Osmanlıcılıktan evrilen Türkçülüğün tanımı ve yöntemi, Cumhuriyet rejimi tarafından dinsel bağlamdan ve Osmanlı kültüründen ayrıştırılarak yeniden yapılacaktır. Bu durum yoğun bir yapılaşma ihtiyacı içinde olan Cumhuriyet yönetiminin 1926 yılından itibaren davet etmeye başladığı yabancı mimarların, hiçbir tarihsel çağrışım içermeyen “yeni” mimarilerinin olumlanması sonucunu doğurmaktadır.
Osmanlı-Türk klasizminin içerdiği, İslam ve Osmanlı kültürüne dair çağrışımsalcı potansiyel, imge; 1920’lerin ortalarından itibaren bu mimarinin aleyhine döner. Cumhuriyet’in “yeni” değerlerini, Batı vizyonunu çağrıştırma rolü de bu “yeni” mimariye biçilir. Egli’nin Divan-ı Muhasebat yapısını değiştirerek (1928-1930) kübik bir görünüme kavuşturması, devletin ulusalcı üslubu dışlayarak kübik mimariyi yüceltmesini kanıtlayan önemli bir örnektir. Tarihsel çağrışımcılık dışlanır ve canlandırmacılık esasına dayalı ulusalcı mimari, Türk ulusalcı mimarlarının elinde işe yaramayan bir araç olarak kalır.