İçindekiler
Alain de Botton’un hayat verdiği “Mutluluğun Mimarisi” isimli kitap, mimarinin estetik, felsefe, din, sosyoloji ve siyaset ile ilişkisini ortaya koyarken tüm bunların etkisiyle bizim hayata baktığımız yeri ve yaşadığımızla gördüklerimizi sorgulatan düşündürücü bir eser.
Yazar birbiri içine gizlediği sorularla aslında kitapta bizi görünmez bir köprüyle güzellik kavramından öznelliğe; öznellikten estetiğe, estetikten mutluluğa, mutluluktan anlamlandırmaya, anlamlandırmanın felsefesinden kent kimliğine, kent kimliğinden kent sosyolojine ve buradan da zihnimizin oluşturduğu farkındalığa dek uzayan düşünceler silsilesine sürüklüyor
Kitabı okurken, “Mutluluğun mimariyle bir ilgisi olmalı; peki ya mimarinin ilgili oldukları?” sorusu, akla gelen ilk soru oluyor.
Mimarinin yaşama dokunduğu yeri anlamak için aslında en baştan bakmak lazım hayata. İnsan yaşarken bazen fark edemiyor yürüdüğü kaldırımdaki taşı, yol boyu uzanan ağaç dallarını ya da sokakta yanan lambayı, camı kırılmış aynayı. Ruhun nesneyi anlamlandırabilmesi zaman ister, yaşanmışlık ister, acı ve farkındalık ister…
Felsefe ile Mimari Birbiriyle Yakın İlişkilidir
Ruh büyümek ister. Büyüdükçe anlamlanır birçok şey ya da anlamsızlaşır ve hayatın değerini farkındalıklar belirlemeye başlar. Mutlu olmak için neye ihtiyaç duyar insan? Herkes için cevap aynı mıdır?
İşte felsefe ile mimarinin ilişkisi tam da bu noktada bu sorgulamada başlar. Güzellik nedir? Estetik ile güzelliğin ilişkisi nedir? Her güzel şey mutluluk verir mi? Her güzel şeyin bir sonu varsa ve estetik kaygısı da insanı yoran bir şeyse; sonu olan güzelliğe bu hayranlık niye?
En görkemli yapıların bile bir ömrü ve sadece yaşandığı ana hizmet eden bir yanı varsa neden bu yorgunluk çaba anlamlandırma kaygısı. En çapıcı örneği yazar, burada Pompei’den veriyor. Bugün hayat koşullarına cevap vermeyen o yapılar, tarihini tüm çıplaklığıyla, hâlâ orada koruyorken o günden bugüne her şey nasıl da değişmiş oysaki! Mimarinin hizmet ettiği insan hâlâ aynı insan (!) ya da gerçekten hâlâ aynı insan mı?
O hâlde mimari önce insanı tanımalı, kime hizmet ettiğini hangi amaca uygun olması gerektiğini bilmeli; güzelliği sadece şatafatlı özenli estetik nesnelere yüklemek yerine hangi nesnenin kimi mutlu ettiğini bulmalı. “Güzel bir bina nasıl olur, bu bina hangi amaca en uygun nasıl hizmet etmeli?” sorusunun temeli bu anlama oturmalı.
İşte burada sosyoloji, siyaset ve hatta din de mimariyle flört etmeye başlamakta. Tarih boyunca insanların bakış açılarını belirleyen en önemli olguların başında sosyolojik davranışlar gelmiştir. Yine kitapta detaylı örneklerini okuyabileceğimiz klasik mimari anlayışın nasıl evrildiğini, toplumsal ve siyasal gücün baskısıyla mimarinin nasıl aynı çerçevede sıkışıp kaldığını görüyoruz.
Mimaride Kabukları Kıran Akım: Amatör Fantezisi
Yunanlarla başlayan, Romalılarla gelişen ve İtalyanlarla evrilen klasik mimari anlayış, güzelliği şatafattan öteye taşıyamamış ve mimarların alışılagelmiş eserler üzerinden şehre kimlik katmasıyla devam etmiştir. Ta ki gotik anlayışla yeni bir akıma hayat verecek olan dönemin İngiltere başbakanının oğlu Walpole, “Amatör Fantezisi” adıyla yeni bir akım başlatana kadar. Bu akım kabukların kırılmasını ve farklı tarzların, özgün eserlerin ortaya çıkmasını tetiklemiştir. Tabi bu tek başına değil; değişimde yenilik arayışı içinde olanların yeni yerler keşfederek ve gördükleri karşısında heyecanlanıp kendi evlerinin mimarisiyle değişimi başlatan onlarca insanla mümkün olmuştur. Lakin bu sanıldığı ve yazıldığı kadar da kolay bir denklem değil. Tabuların yıkılması demek beğenilerin değişmesi demektir. Beğeniyi oluşturan özne göz değil, algıdır!
Beğeni, Kültürün Ortaya Koyduğu Seçimdir
Sizin baktığınızda gördüğünüzle bir başkasının gördüğü arasında elbette farklılıklar var. Çünkü güzellik, anlam benliğimizin bir çıktısı ve sizin belleğinizde ne kayıtlı olduğu çok önemli. Yazar bunu öyle güzel örneklerle paylaşıyor ki bizlerle. Özellikle Japon bir yazarın İngiltere ziyareti sırasında kültürlerin farklılaşmasıyla beğeni ve güzellik kavramının nasıl değiştiğini anlatan şu kesiti aynen paylaşmak isterim ki tüm anlatılacakların özeti niteliğinde;
“Birini yağan karı seyretmeye davet ettim, bana güldüler. Bir başka sefer Ay’ın Japonların duygularını nasıl etkilediğini söyledim, beni dinleyenlerin yüzünde bir şaşkınlık ifadesi belirdi.
İskoçya’da görkemli bir evde kalıyordum. Bir gün evin sahibiyle bahçede yürürken iki yanı ağaçlarla kaplı patikanın kalın bir yosun tabakasıyla kapanmış olduğunu gördüm. İltifat olsun diye, ‘bu patikalar ne kadar hoş, yaşlanmış bir hali var’ dedim. Evin sahibi en kısa zamanda yosunları temizleteceğini söyledi.”
Yani bir Japonla bir İngilizin alt benliğine işlenen güzellik olgusunun kaynağı birbirinden başka ve bu da beğeni kavramını etkiliyor. Japonların güzellik anlayışı simetri üzerine değil düzensizlik üzerine kurulmuştur. Toplumun yazarlarının, ressamlarının ve kuramcıların oluşturduğu uyarılarla meydana gelen kültür, beğeniyi oluşturur. İşin özü beğeni, kültürün ortaya koyduğu seçimdir.
Mimari eserler tarih boyunca her coğrafyada başka anlam taşımıştır. Her inanç, kendi eserleriyle sonsuzlaşma çabasına girmiştir. Camide başka kilisede başka bir dokunuş, anlam, estetik vardır. Her toplum kendi kültürü ve kent mimarisi ile kimliğini oluşturmuştur.
Özetlersek; mutluluk içimizde anlamlanan nesnelerin varlığıyla, nesnenin hayatımızda nasıl olacağı da mimariyle mümkün. Bu varoluşun zihnimize hatırlattığı güzellik ya da çirkinlik ögeleri ise birçok sebebe (sosyoloji, felsefe, din, siyaset vb.) bağlı.
O hâlde, mutluluğun mimariyle; mimarinin de bizim baktığımız pencereyle bir ilgisi mutlaka var…