İçindekiler
Kentsel dönüşüm, Türkiye’nin gündeminde son yıllarda önemli bir yer tutan konuların başında geliyor. Deprem riski, çarpık kentleşme ve altyapı sorunları gibi nedenlerle zorunlu hâle gelen bu süreç, her ne kadar fiziksel bir dönüşüm gibi görünse de aslında insan hayatının psikolojik ve sosyal boyutlarını derinden etkiliyor. Bu yazıda, kentsel dönüşümün hem psikolojik etkilerini hem de karar alma süreçlerine katılım boyutunu inceleyeceğiz.
Kolombiya’nın Medellin şehri, katılımcı belediyecilik ve kapsayıcı kentsel dönüşüm paradigması açısından dikkat çekici bir örnek teşkil etmektedir. Uyuşturucu şiddetinden kentsel yenilenme modeline evrilen şehir, çok katmanlı bir müdahale stratejisi benimsemiştir (teleferik sistemleri ile mekânsal segregasyonu azaltma, kütüphane parkları ile sosyo-kültürel sermayeyi güçlendirme ve altyapısal iyileştirmeler ile yaşam kalitesini artırma vb.).
Medellin modelinin en kayda değer unsuru ise, belediye yönetiminin bir “düşünce laboratuvarı” işlevi görerek akademisyenler, sanatçılar, aktivistler ve mahalle temsilcilerini karar alma süreçlerine entegre eden katılımcı yönetişim yaklaşımıdır. Bu trans – disipliner ve müzakereci demokrasi anlayışı, toplumsal ihtiyaçlara yönelik geliştirilmiş lokalize müdahalelerin etkinliğini maksimize etmiş, neticede şiddet oranlarında belirgin düşüş ve toplumsal aidiyette artış gözlenmiştir.
Medellin vakası, kentsel mekânın demokratikleştirilmesi ile sosyo – ekonomik eşitsizliklerin giderilmesi arasındaki korelasyonu ampirik olarak teyit etmekte ve sürdürülebilir kentsel kalkınma için bütüncül, katılımcı ve şeffaf belediyecilik anlayışının gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Peki, masa başında oturarak veya oturduğu ofisin camından manzarayı izleyerek (aksi gibi cam kapalı ise kendini görerek) bunu gerçekleştirmek mümkün müydü?
Kadastro Çalışmaları ve Bölgesel Özgünlüğün Kentsel Planlamaya Entegrasyonu
Türkiye’nin çok katmanlı coğrafi ve kültürel çeşitliliği karşısında tek tip yönetmeliklerle şekillenen kentsel planlama yaklaşımları, yerleşim dokularının özgünlüğünü tehdit ederken, kadastro çalışmalarının ürettiği sosyal veriler bu probleme çözüm potansiyeli taşımaktadır. Kadastro ekiplerinin saha çalışmaları sırasında topladığı sosyo – ekonomik, kültürel ve yaşam tarzına ilişkin veriler, mülkiyet tespitinin ötesinde, bölgeye özgü planlama parametrelerinin oluşturulmasında kritik öneme sahip olabilir.
Şehirleri canlı organizmalar olarak değerlendirdiğimizde, kadastro çalışmalarının ürettiği sosyal veri, farklı coğrafyaların “DNA”sını ortaya çıkarabilecek niteliktedir. Bu bağlamda, Karadeniz’den Ege’ye, Doğu Anadolu’dan Akdeniz’e uzanan bölgesel farklılıklar, kadastro süreçlerinde sistematik olarak belgelenerek, her bölgenin kendine has yapı karakteristiklerini, yerleşim dokularını ve sosyal dinamiklerini yansıtan yerel yönetmelikler geliştirilebilir. Böylece kentsel planlama süreçleri, “organizmanın” doğal gelişimine uygun, yerel kimliği koruyan ve zenginleştiren bir çerçevede evrilebilir, ülke genelinde tek tipleşen yapı nizamları yerine, sosyal verilerle beslenmiş, çeşitliliği gözeten sürdürülebilir kentsel formlar ortaya çıkabilir.
Mahalle Yapısının Tarihsel ve Çağdaş Boyutları
Osmanlı mahallelerinin kendi kendine yeten yapısı ile modern “15 dakikalık şehir konsepti” arasında dikkat çekici benzerlikler bulunmaktadır. Her iki yaklaşımda da topluluk katılımı ve yerel özerklik temel değerler olarak öne çıkmaktadır.
Osmanlı döneminde mahalle sakinlerinin yerel yönetim ve ticari kararlarda söz sahibi olması, Cumhuriyet dönemindeki kolektif karar alma süreçleri ile paralellik gösterirken, günümüzün çağdaş mahalle anlayışındaki yayalaştırılmış kamusal alanlar ve ortak kullanım alanları da bu katılımcı geleneğin modern bir yansımasıdır. Mahalle ölçeğinde kendine yeterlilik ilkesi, Osmanlı’dan günümüze kadar değerini korumuştur; geçmişte günlük ihtiyaçların mahalle içinde karşılanması anlayışı, bugün evlerden okullara, parklara ve diğer temel hizmetlere yürüme mesafesinde ulaşım imkânı sunan 15 dakikalık şehir modelinde yeniden hayat bulmaktadır. Bu bağlamda, tarihsel mahalle kültürümüzün sürdürülebilir kentleşme için sunduğu dersler özellikle değerlidir.
Ruhsal ve Toplumsal İzler: Aidiyet ve Mekânsal Bağlılık, Kolektif Travma ve Toplumsal Bellek
Kentsel dönüşüm projelerinin bireyler üzerindeki ruhsal ve toplumsal etkileri, bireylerin mekânsal aidiyet duygusu, kentsel dönüşüm süreçlerinde ciddi şekilde zarar görebilir. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde temel bir yere sahip olan aidiyet duygusu, bireylerin yaşam kalitesini doğrudan etkiler. Ancak, plansız ve ekonomik kaygılarla yürütülen projeler, bireylerin bu duyguyu kaybetmesine neden olabilir. Proshansky’nin yer bağlılığı teorisine göre, mekânlar yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda kimlik inşasına katkı sağlayan sembolik bir role sahiptir. Bu nedenle, kentsel dönüşüm projelerinde insan ve mekân etkileşiminin psikolojik boyutunun dikkate alınması, bireylerin aidiyet duygusunu korumak açısından kritik öneme sahiptir. (*Uzun S.)
Kentsel dönüşüm süreçleri, sadece binaları yenilemekle kalmıyor, aynı zamanda o mekânlara bağlı kolektif belleği de etkiliyor. Uzun’un çalışmasında ifade edildiği üzere: “Mahallelerin dönüşümü, sadece fiziksel yaşam alanlarını değil; aynı zamanda o mekanlarda oluşan anıları, komşuluk ilişkilerini, kültürel mirası ve yerel yaşamı da etkiler.”
Bu durum, özellikle dezavantajlı gruplar için daha belirgin hale gelir: “Ekonomik zorluklar nedeniyle, bu grupların yeni yaşam alanlarına uyum sağlamaları zorlaşır, bu da beraberinde sosyal eşitsizlik ve dışlanma duygularını pekiştirir.” (*Uzun S.)
Katılım ve Mülkiyet Sahipliği Çelişkisi
“Türkiye’de imar ve kentsel dönüşüm süreçleri, vatandaşların yaşam kalitesini ve refahını doğrudan etkileyen önemli konulardandır. Bu süreçlerin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi için, ilgili kurumların ve vatandaşların iş birliği ve katılımı büyük önem taşımaktadır.
Kentsel dönüşüm süreçlerinde resmi muhatap mülk sahipleri olsa da bu süreçlerin asıl etkilediği kesim o mahallede yaşayan tüm insanlardır. Ancak mevcut sistemde kiracılar ve diğer sakinler karar alma mekanizmalarına yeterince dahil edilmemektedir.
TÜİK verilerine göre Türkiye’de ortalama hane sayısı 3,2 baz alınarak yapılan hesaplamalara göre, bir apartmanda potansiyel olarak 32 kişi kararlardan etkilenirken yalnızca 10 kişi apartman karar defterinde (tüm dairelerin mülk sahibi veya kiracıların vekaleti olduğu varsayılarak) kararı almaktadır, mülkiyet sahibi başka bir deyişle tapunun sahibi 1 oy kullanırken hanesinden kalan 2,2’nin herhangi bir oy hakkı bulunmamaktadır. Başka örnekte bir sitenin karar defterinde 95 kişi yerine maksimum 30 kişi karar almaktadır. Bu rakamlar, “kapsayıcı olmaktan ciddi oranda uzak olduğu gibi Birleşmiş Milletler (BM) raporlarındaki insan odaklı yaklaşımdan da bir o kadar uzakta görülmektedir.” (* Kuleyin Y.)
Bu çelişkiler, sadece bireylerin haklarını değil, aynı zamanda toplumsal uyumu da olumsuz etkilemektedir. Katılım mekanizmalarının yalnızca mülk sahiplerini değil, tüm mahalle sakinlerini kapsayacak şekilde yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Bu, daha şeffaf ve demokratik bir kentsel dönüşüm sürecine olanak sağlayabilir.
Sonuç, Öneriler ve Tartışmalar
Sonuç
Türkiye’nin kentsel dönüşüm süreçleri, haritalar üzerinde çizilen sınırlar ve planların ötesinde, gerçek hayatta derin sosyal, psikolojik ve kültürel boyutları olan karmaşık bir olgudur. Makalemizde ele aldığımız üzere, bu dönüşüm süreçleri dar kapsamlı mülkiyet ve fiziksel yapı odaklı yaklaşımlarla sınırlandırıldığında toplumsal dokuda onarılması güç yaralar açabilmektedir. Medellin örneğinde gördüğümüz gibi, katılımcı belediyecilik ve trans – disipliner yaklaşımlar, kentsel dönüşümün başarısını belirleyen kritik faktörlerdir. Türkiye’nin çok katmanlı coğrafi ve kültürel zenginliği, tek tip yönetmelikler yerine yerel dinamikleri gözeten esnek planlamayı gerekli kılmaktadır.
Osmanlı mahalle yapısı ile modern 15 dakikalık şehir kavramı arasındaki paralellikler, tarihsel birikimimizin güncel kentsel sorunlara çözüm potansiyeli taşıdığını göstermektedir. Ancak bugünkü uygulamalarda, mekânsal aidiyet ve toplumsal bellek gibi psikolojik boyutların ihmal edilmesi, kolektif travmalara yol açmaktadır. Mülkiyet sahipliği ve katılım arasındaki çelişki, demokratik ve kapsayıcı kentsel dönüşüm hedefinden uzaklaşmamıza neden olmaktadır.
Öneriler
- Katılımcı Planlama Mekanizmalarının Geliştirilmesi: Kentsel dönüşüm süreçlerinde yalnızca mülk sahiplerinin değil, o mahallede yaşayan tüm bireylerin karar alma mekanizmalarına dahil edilebilecekleri platformlar oluşturulmalıdır. Yerel yönetimler bünyesinde “mahalle meclisleri” kurularak kiracılar dahil tüm sakinlerin söz hakkı garanti altına alınabilir.
- Kadastro Verilerinin Zenginleştirilmesi: Kadastro çalışmaları sadece mülkiyet tespiti amacıyla değil, sosyokültürel veri toplama fırsatı olarak değerlendirilmelidir. Bu veriler, bölgeye özgü planlama parametrelerinin geliştirilmesinde kullanılmalıdır.
- Yerel Yönetmelik Çeşitliliği: Türkiye’nin farklı coğrafi bölgelerinin özgün yapısını yansıtacak yerel imar yönetmelikleri geliştirilmelidir. Tek tip uygulamalar yerine, bölgesel özellikleri dikkate alan esnek düzenlemeler benimsenmelidir.
- Psikolojik Etki Değerlendirmesi: Kentsel dönüşüm projelerinde, fiziksel ve ekonomik fizibilite çalışmalarının yanı sıra “Psikolojik Etki Değerlendirmesi” de zorunlu hale getirilmelidir. Bu değerlendirme, mekânsal aidiyetin korunmasına yönelik stratejileri içermelidir.
- Mahalle Ölçeğinde Kendine Yeterlilik: Osmanlı mahalle yapısından ilham alınarak, temel hizmetlere 15 dakikalık yürüme mesafesinde erişilebilen mahalle modelleri teşvik edilmelidir. Bu model, sürdürülebilir kentleşme için önemli bir adım olacaktır.
Tartışmalar
Kentsel dönüşüm süreçlerinde karşılaşılan temel ikilemlerden biri, ekonomik verimlilik ile sosyal adalet arasındaki dengenin nasıl kurulacağıdır. Özel sektör katılımı kentsel dönüşümün finansmanı için gerekli olsa da kâr odaklı yaklaşımlar sosyal dokuyu zedeleyebilmektedir. Bu noktada, kamu ve özel sektör iş birliğinin çerçevesinin nasıl belirleneceği tartışılmalıdır.
Diğer bir tartışma konusu, teknolojik gelişmelerin kentsel planlama süreçlerine entegrasyonudur. Dijital katılım platformları ve veri analiz yöntemleri, vatandaş katılımını artırabilecek potansiyele sahiptir. Ancak, dijital uçurum nedeniyle belirli kesimlerin dışlanma riski de göz önünde bulundurulmalıdır.
Türkiye’nin deprem gerçeği, kentsel dönüşümün hızlandırılmasını gerektirmektedir. Fakat hız ve aciliyet vurgusu, katılımcı süreçleri ikinci plana atma riskini beraberinde getirmektedir. Afet riskini azaltma hedefiyle katılımcı planlama arasındaki dengenin nasıl kurulacağı, üzerinde düşünülmesi gereken konulardandır.
Son olarak, kentsel dönüşümün finansmanına ilişkin modeller de tartışılmalıdır. Mevcut uygulamalarda, kentsel dönüşüm maliyetleri çoğunlukla mülk sahiplerine yüklenmektedir. Bu durum, ekonomik açıdan dezavantajlı kesimlerin yaşadıkları mahallelerde dönüşümü zorlaştırmaktadır. Sosyal adalet perspektifinden, dönüşüm finansmanının yeniden düşünülmesi gerekmektedir.
Sonuç olarak, kâğıt üzerindeki çizgiler ile topraktaki hayatlar arasındaki uyumsuzluğu gidermek için, kentsel dönüşüm paradigmasının insan odaklı bir anlayışla yeniden ele alınması gerekmektedir. Yerel gerçekliklerin haritaya sığmadığı Türkiye’de, katılımcı, kapsayıcı ve bölgesel özgünlükleri dikkate alan bir kentsel dönüşüm yaklaşımı, daha yaşanabilir ve dirençli şehirler oluşturmanın anahtarıdır.
Kaynaklar:
- *Uzun S., Kentsel Dönüşümün Ruhsal Ve Toplumsal İzleri
- *Kuleyin Y., İmar ve Kentsel Dönüşüm Süreçlerindeki Çelişkiler
- *Kuleyin Y., Metrekareden Hisseye: Gayrimenkulde Yeni Nesil Modeller
- Uşaklıgil, E., “Bir Şehri Yok Etmek”
Yazarlarımızdan Harita Yüksek Mühendisi, Lisanslı Değerleme ve Kentsel Dönüşüm Uzmanı, Duygu Bircan Alaçamlı‘nın, kent planlaması ve yapıların projelendirilmesinde sosyolojik boyutun önemine ve bu açıdan ön plana çıkmış projelere dair detayları içeren, “Sosyolojik Farklılığı Gözeten Dünya Projelerinden Örnekler” başlıklı yazısını okumak için tıklayınız.